Friday, October 20, 2006

Sosyal Devlet

Sosyalist devlet ile kari$tirilmamalidir . Sosyal devlet uretim araclarinda ozel mulkiyeti tanir, serbest rekabet piyasasi vardir . Bu devlet tipine serbest rekabetci kapitalist toplum anlayi$inin gunumuze uyarlanmi$ halidir denilebilir .

Çalışanlara ve sermaye sahiplerine yüzde 40lara varan vergi yükü bindiren, sonra da bu vergi gelirleriyle kalan kesimi eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleriyle refaha ulaştıran, bir bakıma tepeden inme robin hoodluk yapan devlet yapısı. "kapitalizm mi istiyorsunuz? Serbest piyasa mı? Buyrun, istediğiniz kadar köşeyi dönün; nasıl olsa paranızın yarısı ihtiyacı olanlara gidecek" şeklinde bir düsturu vardır. Avrupa ülkeleri genellikle bu tip ekonomik politikalarla yönetilirler.

Özde kapitalist olan ,fakat kitlelerin isyanlarını dizginlemek için vahşi kapitalist sisteme sosyal bir makyaj yapan devlet anlayışı. Amaç sömürülen kitlelerin, öldürmeyecek fakat oldurmayacak şekilde sübvanse edilerek sitemin tekerine çomak sokmasını engellemektir.

Amerikan zenci mahallelerinde crackwhorelar gezinir, junkieler sokak ortasında ölürken almanya da 10 senedir işsiz olan bir birey televizyonunda dvd seyredebiliyorsa olayın makyajdan öte bir politik sanksiyon olduğu anlaşılabilir.

Uluslararasi düzeyde sosyal devletin, vahsi kapitalist bir devlete rekabeti mümkün degildir. Vahsi kapitalist bir devlette isveren calisanini istedigi zaman isten cikarir, fazla calistirir, az ücret verir, sirketi büyütür kücültür. Sosyal devletin insan merkezli kurallari vardir. Calisani löp cikaramazsiniz, fazla calistiramazsiniz. Saglik ve egitim ücretsizdir ve devletin garantisi altindadir. Minimum bir yasam kalitesini saglamak anayasa ile devletin güvencesi altina alinmistir. Bu farklilik sosyal devletin sonunu getirmistir. Sosyal demokrasinin almanya'daki son 10 yilini yasamasinin sebebi insan mutlulugu merkezli sosyal devletin sirket merkezli vahsi kapitalizm karsisinda daha fazla rekabet edememesidir. Vahsi kapitalist devletin insani degil sirketi koruyan kurallari vardir. Robert nozick, john rawls, besim tibuk konu ile ilgili ikonlardir.

Müreffeh bir batı ülkesinde örneğin hollanda'da işsizlik sigortasından yararlanmak için sabit bir ikametgah istendiği gerçeği karşısında, evsizler için riyakarca bir gözboyama olan işsizlik sigortasının işlevselliğini düşündüğümüzde, makyajın ne kadar profesyonelce yapılmış olduğunu anlayabiliriz. Tabi "o evsiz de sabit bir ikametgah ediniversin canım" diyebilirsiniz ama evsahipleri de evlerini kiralamak için düzenli bir işte çalışıldığına dair belge istemektedirler. Tam bir kısırdöngü yani.

Ayrıca sistem en alt tabakaya bazı sübvansiyonlarda bulunmalıdır ki çark dönsün. Zira yapılan sübvansiyonlar zaten tüketim yolu ile çarka akan ırmağa katkı yapan ufak dereler olacaklardır yine.

Anayasaya göre türkiye cumhuriyetinin de olmak iddiasında olduğu rejim

Frenkler, etat providence, yani esirgeyen devlet diyorlar, e modernizmin merkeze devleti yerleştirdiğini düşünecek olursak, mantıklı...

Almanların bir kısmı da, bu ilkenin kabulü, liberal hukuk devletinin bir diktatörlüğe dönüşmesini engeller demişler, 30'larda...

Ben söyleyenlerin yalancısıyım...

'Liberalizmde ozgurluk var ama esitlik yok

Sosyalizmde esitlik var ama ozgurluk yok' diyen ve onlardan boylece ayrılan devlet anlayısı

Devletin dünyadaki degisimlere uyum göstermesi ile ayakta kalabilecek olan devlet modeli. Almanya, avusturya, isvicre gibi sosyal devlet kavramini uzun bir süre ayakta tutabilen ülke devletlerinin en büyük hatalari, yüksek maliyetli isgücünün oldugu bir ülkenin sürekli bir sekilde katma degeri yüksek sektörlere gecis yapmayi kolaylastirmasi gerekliligini unutmalaridir. Bugün avusturya´da ekonomik olarak 35.000 €´nun altindaki fiyatlara sahip tasitlari üretmek tamamen deli isidir ve gerekli dönüsümü avusturya kökenli kanada vatandasi bir isadaminin cesur girisimleri saglamistir, bugün varolan maliyetlerle daha ucuz etiketli arac üretmek mümkün degildir. Devlet, madenciligi gurur meselesi yapmis, bu sektörü zaman icerisinde tasfiye etmeyerek, madencilikten yasayan insanlara büyük bir ihanette bulunmustur. "maliyetleri arttiran sosyal devlet bitmeli" demek yanlistir, dogru olan "maliyetin yüksek oldugu sistemde yüksek katma degerli üretimler tesvik edilmelidir, yönlendirilmelidir" olmalidir ve maalesef, hemen bütün devletler gibi almanya, avusturya, isvicre devlet yapilari da degisimi görememisler, gördükten sonra hizli bir sekilde tepki verememislerdir. Sorun devleti kaplumbaga temposunda yasatan zihniyette aranmalidir (bkz: maaslari sabit bürokratlarin isteksizlikleri).

Parasi olana kitabi, olmayana hitabi kullanan devlet.

İnsanlık için en uygun devlet anlayışıdır.

Yurtdısında bir kaza gecirmeniz halinde dunyanın neresinde olursanız olun ozel saglık ucagı ile kendi ulkenize getirilip tedavi edilmenizi saglıyabilen devlet.

Sosyolojik ve ekonomik olarak, "dezavantajlı gruplar" olarak tanımlanan insanlara temel hizmetleri vermeyi, sağlamayı taahhüt etmiş devlet. Anayasamız da ülkemizi bu şekilde tanımlar. Ancaaak, kendini cin sanan bürokrasimizin "mesele halletme" yöntemi anayasamızda bile kendisini göstermiş, devletin sosyal olması niteliğinden doğan görevleri sıralandıktan sonra, "bu görevler kaynaklar ölçüsünde yerine getirilir" diyerek, sosyal devlet olmanın görev ve ilkeleri çöpe atılıvermiştir.

Anayasa üçüncü bölüm

Xiii. Devletin iktisadî ve sosyal ödevlerinin sınırları

Madde 65. – (değişik: 3.10.2001-4709/22 md.) Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.

Tanımından, anlamından ve işlevinden bihaber bünyelerin hakkında atıp tuttuğu devlet türü. Türkiye cumhuriyeti ne yazık ki bir sosyal devlet falan olamamıştır; bu yüzden "sosyal" kurumları arpalıktan beterdir. Sosyal devlet gelir dağılımına dayanan eşitsizliklerin rahatsız edici boyutlara ulaşmasını engeller, sosyal devlette paranız yoksa hastaneye alınmamak gibi bir derdiniz yoktur, sosyal devlette açlıktan ölmezsiniz, sosyal devlette depremden sonra sokakta kalmazsınız, sosyal devlette kendi isteğiniz dışındaki sebeplerle işsiz kalmışsanız dilencilik yapmak zorunda kalmazsınız.

Vahşi kapitalistlerin saçma sapan argümanlarıyla sosyal devlete bok atmak kolaydır; ancak dünyadaki toplumların ekonomik sistemlerine bakınca en sağlıklı toplumsal yapıların sosyal devlet olgusunu gereğince yerine getirmiş ülkelerde olduğunu görürsünüz. En başarılı örnekleri için (bkz: iskandinavya).

Ayrıca "farklılıkları törpüleyen ve istemediği aykırı sesleri susturan" devletlerin "sosyal devlet"ler olduğu iddiası bir tarafımızla gülüp geçmemiz gereken bir iddiadır. Birincisi kesinlikle ama kesinlikle sosyal bir devlet olmayan türkiye cumhuriyeti bu bahsedilen şeyi yapmakta çok başarılıdır. Fakat sosyal devlet olmayı başarabilmiş ülkelere bakınca farklılıkların kendini gayet rahat ifade edebildiğini görebilirsiniz. Bu, tamamen o ülkenin demokrasi anlayışıyla ilgili bir sorunsaldır*.

Bireye yalnız klasik özgürlükleri (1. Kuşak özgürlükler: yaşam, mülkiyet, kişi özgürlüğü ve güvenliği gibi) sağlamakla yetinmeyip, aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için zorunlu olan maddi ihtiyaçlarını karşılamayı da görev edinen devlet.

Zenginden alıp fakire verir bizim sokaklarda dilencilere verdiğimiz devlet eliyle "vergi" adı altında emin ve resmi bir kayıtla muhtaç olanlara verilir ki toplumsal eşitsizlik hınç (potansiyel suç/tehlike) doğurmasın. Bu yönüyle liberalizmin toplumun güvenliğini gözeten yapısını dolaylı yoldan ama daha etkin biçimde devam ettirir. Zaten nereden bakılırsa bakılsın orta yoldur; liberalizmin ve sosyalizmin törpülenip birleştirilmeye çalışıldığı devlet modelidir.

Kısa ve öz için

Türkiye cumhuriyeti anayasasında türkiye'nin sosyal devlet olması gerektiği yazmaktadır. Gelir uçurumunun aşılması, vergi sisteminin fakirlerin omuzlarından kaldırılarak sağlıklı temellere oturtulması için gereklidir de. Lakin ülkemizde türlü türlü ideoloji, fikir, parti, amblem varken sosyal devlet kavramından bahseden, bu konuda icraat vaadeden tek parti bile bulunmamaktadır. (bkz: eğitim adalet ve sağlık harcamaları). Bu da kafa yapısı olarak siyaset ile uğraşan kadrolarımızın fikirleri sadece çatıştırdığını, fikirleri sentezlemekten çok uzak olduğunu gösterebilir.

Toplumsal barışı, fırsat eşitliğini, ayrımcılığa karşı mücadeleyi devletin görevi olarak gören/ görmesi gereken bir anlayışın ürünüdür. Sosyalist devletler sosyal devlet olabilirken, her sosyal devlet sosyalist değildir. Rekabetci piyasa içinde güçsüz olanın desteklenmesine yönelik olarak koruyucu önlemler alması beklenen bir yapıyı ifade etmektedir aynı zamanda.

Türkiye cumhuriyeti anayasasında devletin sosyal devlet olduğu belirtilir. Ne var ki işsizlik ve istihdam koşulları, genel ekonomik yapı, gelir dağılımı, sunulan kamu hizmetleri sosyal devletin gereklerinin yerine getirilmiş bir toplum olduğunu gösterememektedir. Avrupa birliğine katılım sürecinde de en çok vurgulanan/eleştirilen konulardandır.

Sosyal devlet ilkesini benimsemiş bir ülkede devletin yerine getirmesi gereken hizmetleri verebilmesi için vatandaştan adil şekilde vergi alınması, hizmetlerin devamlılığı ve kalitesi için şart olarak görülmektedir. Ne var ki vergi sistemindeki bozukluklar bu hizmetlerde aksamayı peşinden getirmekte, kamusal değil bireyci çözüm yolları ile sorunlara cevap aranmaktadır. Bireyci çözümlere tepki verildiğinde de beddular göklere yükselmektedir.

Buradan yola çıkarak yapılacak bir akıl yürütme ile : işçi sendikaları, bağlı oldukları konfederasyonlar sosyal devlet dedikçe beddualardan nasiplerini almaktadır denebilir. Neden üye sayılarında düşüş olduğu, toplu sözleşmelerden bir sonuç alamadıkları da ortaya çıkmaktadır. *

Normal şartlarda vatandaşların eğitim, sağlık gibi gereksinimlerini ücretsiz olarak karşılamakla yükümlü bir devlettir. Hatta bunu da geçtim, ismindeki "sosyal" kelimesi gereği, bir insanın rahat rahat yaşayabilmesi için gereken her şeyi sağlamakla yükümlüdür. Eğlence ve tatil olanaklarına kadar.

Ha, bu bizim ülkemizde gerçekten uygulanan bir sistem mi, orası tartışılır. Devlet özel okulların önünü açan yasa tasarılarıyla eğitim yükünü sırtından atmaya çalışıyor, ssk gibi kurumların hali zaten ortada. Her kuşu siktik bir leylek kaldı misali; sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerin tümünü hallettik, bir tatil ve eğlence kaldı sanki.

Sosyal devlet denen olay, kapitalizm'in vahşiliğinden ve sosyalizm'in çekilememesinden ötürü, bir orta yol tutturalım denilerek oluşturulmuştur. Ne sosyalizmle birdir, ne de kapitalizmle. Ama ikisinden de parçalar içerir. Sosyalizmden eşitliği, kapitalizmden özgürlüğü almıştır denilebilir. "ne gibi?" diyorsanız, şu gibi..

Sosyalizm der ki, üretim araçları devletin elinde olacak. Nedir bunlar, fabrikalardan tutun da en ufak üretim olayına kadar. Yani bir insan, şahsi mülk olarak fabrika sahibi olamayacak. Kazanç, verilen emekle orantılı olarak eşit paylaştırılacak. Ne kadar emeğin ve ne kadar yeteneğin varsa, o kadar kazanç sağlayacaksın. Buraya kadar her şey güzel. Emek ve özgürlüğü savunan bu sistemi, kapitalistler çıkıp şöyle eleştiriyor: "bu sistem insanları köleleştiriyor, bunun neresi özgürlük!"

Bu doğru veya yanlıştır, bu konuda yorum yapmayacağım. Fakat eleştirdikleri nokta en basit haliyle bu. Bir de kapitalistleri dinleyelim şimdi.

Kapitalizm diyor ki, piyasa serbest, altta kalanın canı çıksın! Herkes fabrikalar kurmakta, kendi işini kurmakta özgür. Hatta öyle özgür ki, piyasadaki rakiplerini piyasadan silebilecek kadar özgür. Kapitalizm öyle bir şey ki, adeta insanların birbirini yok ederek yaşama savaşı vermesi gibi. Eğer rakibin varsa ve senin kazancını engelliyorsa, ya onu yok edeceksin ya o seni yok edecek. Bu piyasa ikinize dar gelir! Dolayısıyla sosyalistler çıkıp kapitalizmi eleştiriyor: "kapitalizmde özgürlük var ama, eşitlik yok!"

Bu da doğru veya yanlıştır, bu konuda da yorum yapmayacağım. Demin de dediğim gibi, en basit haliyle eleştirilen nokta bu.

Eh, hal böyleyken, yani iki taraf da birbirini eleştirip dururken "sosyal devlet" anlayışı doğuverdi. İkisinin ortasında yer alan, birinden özgürlüğü, diğerinden eşitliği alan bir anlayış olarak kayıtlara geçti.

Sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasının temel sebebi pure kapitalist bir sistemin uzun vadede ayakta kalamayacağının anlaşılmış olmasıyla ilgilidir. Altta kalanın canı çıksın anlayışı, o altta kalanların gün gelip sistemin altını üstüne getirme potansiyeli hesaba katıldığı için pek mantıklı görünmüyor. Saf kapitalist bir sistem toplumdaki gelir dağılımını bir piramide çevirir. Yani en az gelire sahip sınıf en geniş kitleyi oluşturur. Bu kitlenin kalabalık olması sistemin işleyişini çökerteceğinden kapitalizm buna bir çare geliştirmiştir; sosyal devlet.

Sosyal devlet sayesinde kapitalist sistem en alttaki kesimi destekleyerek piramidi bir soğana çevirir. Böylece orta gelir düzeyindeki kesim daha kalabalık, en az gelire sahip kitle ise mümkün olduğunca azaltılmış olur. Böylece kapitalist sistem toplumdaki hoşnutsuzluğu büyük ölçüde gidermiş olur. Sistemin işleyişini tehdit edecek potansiyeli emer.

Bu durumda sosyal devlet esasen herhangi bir şekilde sosyalizme maledilecek bir olgu değildir. Bütünüyle kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi, daha sağlıklı işleyebilmesi için geliştirilmiş bir formüldür. Her şeyiyle kapitalizmin ürünüdür ve ona hizmet eder..

Sosyal Adalet

Sosyalist devlet ile kariştirilmamalidir . Sosyal devlet uretim araclarinda ozel mulkiyeti tanir, serbest rekabet piyasasi vardir . Bu devlet tipine serbest rekabetci kapitalist toplum anlayişinin gunumuze uyarlanmiş halidir denilebilir .

Çalışanlara ve sermaye sahiplerine yüzde 40lara varan vergi yükü bindiren, sonra da bu vergi gelirleriyle kalan kesimi eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleriyle refaha ulaştıran, bir bakıma tepeden inme robin hoodluk yapan devlet yapısı. "kapitalizm mi istiyorsunuz? Serbest piyasa mı? Buyrun, istediğiniz kadar köşeyi dönün; nasıl olsa paranızın yarısı ihtiyacı olanlara gidecek" şeklinde bir düsturu vardır. Avrupa ülkeleri genellikle bu tip ekonomik politikalarla yönetilirler.

Özde kapitalist olan ,fakat kitlelerin isyanlarını dizginlemek için vahşi kapitalist sisteme sosyal bir makyaj yapan devlet anlayışı. Amaç sömürülen kitlelerin, öldürmeyecek fakat oldurmayacak şekilde sübvanse edilerek sitemin tekerine çomak sokmasını engellemektir.

Amerikan zenci mahallelerinde crackwhorelar gezinir, junkieler sokak ortasında ölürken almanya da 10 senedir işsiz olan bir birey televizyonunda dvd seyredebiliyorsa olayın makyajdan öte bir politik sanksiyon olduğu anlaşılabilir.

Uluslararasi düzeyde sosyal devletin, vahsi kapitalist bir devlete rekabeti mümkün degildir. Vahsi kapitalist bir devlette isveren calisanini istedigi zaman isten cikarir, fazla calistirir, az ücret verir, sirketi büyütür kücültür. Sosyal devletin insan merkezli kurallari vardir. Calisani löp cikaramazsiniz, fazla calistiramazsiniz. Saglik ve egitim ücretsizdir ve devletin garantisi altindadir. Minimum bir yasam kalitesini saglamak anayasa ile devletin güvencesi altina alinmistir. Bu farklilik sosyal devletin sonunu getirmistir. Sosyal demokrasinin almanya'daki son 10 yilini yasamasinin sebebi insan mutlulugu merkezli sosyal devletin sirket merkezli vahsi kapitalizm karsisinda daha fazla rekabet edememesidir. Vahsi kapitalist devletin insani degil sirketi koruyan kurallari vardir. Robert nozick, john rawls, besim tibuk konu ile ilgili ikonlardir.

Müreffeh bir batı ülkesinde örneğin hollanda'da işsizlik sigortasından yararlanmak için sabit bir ikametgah istendiği gerçeği karşısında, evsizler için riyakarca bir gözboyama olan işsizlik sigortasının işlevselliğini düşündüğümüzde, makyajın ne kadar profesyonelce yapılmış olduğunu anlayabiliriz. Tabi "o evsiz de sabit bir ikametgah ediniversin canım" diyebilirsiniz ama evsahipleri de evlerini kiralamak için düzenli bir işte çalışıldığına dair belge istemektedirler. Tam bir kısırdöngü yani.

Ayrıca sistem en alt tabakaya bazı sübvansiyonlarda bulunmalıdır ki çark dönsün. Zira yapılan sübvansiyonlar zaten tüketim yolu ile çarka akan ırmağa katkı yapan ufak dereler olacaklardır yine.

Anayasaya göre türkiye cumhuriyetinin de olmak iddiasında olduğu rejim

Frenkler, etat providence, yani esirgeyen devlet diyorlar, e modernizmin merkeze devleti yerleştirdiğini düşünecek olursak, mantıklı...

Almanların bir kısmı da, bu ilkenin kabulü, liberal hukuk devletinin bir diktatörlüğe dönüşmesini engeller demişler, 30'larda...

Ben söyleyenlerin yalancısıyım...

'Liberalizmde ozgurluk var ama esitlik yok

Sosyalizmde esitlik var ama ozgurluk yok' diyen ve onlardan boylece ayrılan devlet anlayısı

Devletin dünyadaki degisimlere uyum göstermesi ile ayakta kalabilecek olan devlet modeli. Almanya, avusturya, isvicre gibi sosyal devlet kavramini uzun bir süre ayakta tutabilen ülke devletlerinin en büyük hatalari, yüksek maliyetli isgücünün oldugu bir ülkenin sürekli bir sekilde katma degeri yüksek sektörlere gecis yapmayi kolaylastirmasi gerekliligini unutmalaridir. Bugün avusturya´da ekonomik olarak 35.000 €´nun altindaki fiyatlara sahip tasitlari üretmek tamamen deli isidir ve gerekli dönüsümü avusturya kökenli kanada vatandasi bir isadaminin cesur girisimleri saglamistir, bugün varolan maliyetlerle daha ucuz etiketli arac üretmek mümkün degildir. Devlet, madenciligi gurur meselesi yapmis, bu sektörü zaman icerisinde tasfiye etmeyerek, madencilikten yasayan insanlara büyük bir ihanette bulunmustur. "maliyetleri arttiran sosyal devlet bitmeli" demek yanlistir, dogru olan "maliyetin yüksek oldugu sistemde yüksek katma degerli üretimler tesvik edilmelidir, yönlendirilmelidir" olmalidir ve maalesef, hemen bütün devletler gibi almanya, avusturya, isvicre devlet yapilari da degisimi görememisler, gördükten sonra hizli bir sekilde tepki verememislerdir. Sorun devleti kaplumbaga temposunda yasatan zihniyette aranmalidir (bkz: maaslari sabit bürokratlarin isteksizlikleri).

Parasi olana kitabi, olmayana hitabi kullanan devlet.

İnsanlık için en uygun devlet anlayışıdır.

Yurtdısında bir kaza gecirmeniz halinde dunyanın neresinde olursanız olun ozel saglık ucagı ile kendi ulkenize getirilip tedavi edilmenizi saglıyabilen devlet.

Sosyolojik ve ekonomik olarak, "dezavantajlı gruplar" olarak tanımlanan insanlara temel hizmetleri vermeyi, sağlamayı taahhüt etmiş devlet. Anayasamız da ülkemizi bu şekilde tanımlar. Ancaaak, kendini cin sanan bürokrasimizin "mesele halletme" yöntemi anayasamızda bile kendisini göstermiş, devletin sosyal olması niteliğinden doğan görevleri sıralandıktan sonra, "bu görevler kaynaklar ölçüsünde yerine getirilir" diyerek, sosyal devlet olmanın görev ve ilkeleri çöpe atılıvermiştir.

Anayasa üçüncü bölüm

Xiii. Devletin iktisadî ve sosyal ödevlerinin sınırları

Madde 65. – (değişik: 3.10.2001-4709/22 md.) Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.

Tanımından, anlamından ve işlevinden bihaber bünyelerin hakkında atıp tuttuğu devlet türü. Türkiye cumhuriyeti ne yazık ki bir sosyal devlet falan olamamıştır; bu yüzden "sosyal" kurumları arpalıktan beterdir. Sosyal devlet gelir dağılımına dayanan eşitsizliklerin rahatsız edici boyutlara ulaşmasını engeller, sosyal devlette paranız yoksa hastaneye alınmamak gibi bir derdiniz yoktur, sosyal devlette açlıktan ölmezsiniz, sosyal devlette depremden sonra sokakta kalmazsınız, sosyal devlette kendi isteğiniz dışındaki sebeplerle işsiz kalmışsanız dilencilik yapmak zorunda kalmazsınız.

Vahşi kapitalistlerin saçma sapan argümanlarıyla sosyal devlete bok atmak kolaydır; ancak dünyadaki toplumların ekonomik sistemlerine bakınca en sağlıklı toplumsal yapıların sosyal devlet olgusunu gereğince yerine getirmiş ülkelerde olduğunu görürsünüz. En başarılı örnekleri için (bkz: iskandinavya).

Ayrıca "farklılıkları törpüleyen ve istemediği aykırı sesleri susturan" devletlerin "sosyal devlet"ler olduğu iddiası bir tarafımızla gülüp geçmemiz gereken bir iddiadır. Birincisi kesinlikle ama kesinlikle sosyal bir devlet olmayan türkiye cumhuriyeti bu bahsedilen şeyi yapmakta çok başarılıdır. Fakat sosyal devlet olmayı başarabilmiş ülkelere bakınca farklılıkların kendini gayet rahat ifade edebildiğini görebilirsiniz. Bu, tamamen o ülkenin demokrasi anlayışıyla ilgili bir sorunsaldır*.

Bireye yalnız klasik özgürlükleri (1. Kuşak özgürlükler: yaşam, mülkiyet, kişi özgürlüğü ve güvenliği gibi) sağlamakla yetinmeyip, aynı zamanda onların insan gibi yaşamaları için zorunlu olan maddi ihtiyaçlarını karşılamayı da görev edinen devlet.

Zenginden alıp fakire verir bizim sokaklarda dilencilere verdiğimiz devlet eliyle "vergi" adı altında emin ve resmi bir kayıtla muhtaç olanlara verilir ki toplumsal eşitsizlik hınç (potansiyel suç/tehlike) doğurmasın. Bu yönüyle liberalizmin toplumun güvenliğini gözeten yapısını dolaylı yoldan ama daha etkin biçimde devam ettirir. Zaten nereden bakılırsa bakılsın orta yoldur; liberalizmin ve sosyalizmin törpülenip birleştirilmeye çalışıldığı devlet modelidir.

Kısa ve öz için

Türkiye cumhuriyeti anayasasında türkiye'nin sosyal devlet olması gerektiği yazmaktadır. Gelir uçurumunun aşılması, vergi sisteminin fakirlerin omuzlarından kaldırılarak sağlıklı temellere oturtulması için gereklidir de. Lakin ülkemizde türlü türlü ideoloji, fikir, parti, amblem varken sosyal devlet kavramından bahseden, bu konuda icraat vaadeden tek parti bile bulunmamaktadır. (bkz: eğitim adalet ve sağlık harcamaları). Bu da kafa yapısı olarak siyaset ile uğraşan kadrolarımızın fikirleri sadece çatıştırdığını, fikirleri sentezlemekten çok uzak olduğunu gösterebilir.

Toplumsal barışı, fırsat eşitliğini, ayrımcılığa karşı mücadeleyi devletin görevi olarak gören/ görmesi gereken bir anlayışın ürünüdür. Sosyalist devletler sosyal devlet olabilirken, her sosyal devlet sosyalist değildir. Rekabetci piyasa içinde güçsüz olanın desteklenmesine yönelik olarak koruyucu önlemler alması beklenen bir yapıyı ifade etmektedir aynı zamanda.

Türkiye cumhuriyeti anayasasında devletin sosyal devlet olduğu belirtilir. Ne var ki işsizlik ve istihdam koşulları, genel ekonomik yapı, gelir dağılımı, sunulan kamu hizmetleri sosyal devletin gereklerinin yerine getirilmiş bir toplum olduğunu gösterememektedir. Avrupa birliğine katılım sürecinde de en çok vurgulanan/eleştirilen konulardandır.

Sosyal devlet ilkesini benimsemiş bir ülkede devletin yerine getirmesi gereken hizmetleri verebilmesi için vatandaştan adil şekilde vergi alınması, hizmetlerin devamlılığı ve kalitesi için şart olarak görülmektedir. Ne var ki vergi sistemindeki bozukluklar bu hizmetlerde aksamayı peşinden getirmekte, kamusal değil bireyci çözüm yolları ile sorunlara cevap aranmaktadır. Bireyci çözümlere tepki verildiğinde de beddular göklere yükselmektedir.

Buradan yola çıkarak yapılacak bir akıl yürütme ile : işçi sendikaları, bağlı oldukları konfederasyonlar sosyal devlet dedikçe beddualardan nasiplerini almaktadır denebilir. Neden üye sayılarında düşüş olduğu, toplu sözleşmelerden bir sonuç alamadıkları da ortaya çıkmaktadır. *

Normal şartlarda vatandaşların eğitim, sağlık gibi gereksinimlerini ücretsiz olarak karşılamakla yükümlü bir devlettir. Hatta bunu da geçtim, ismindeki "sosyal" kelimesi gereği, bir insanın rahat rahat yaşayabilmesi için gereken her şeyi sağlamakla yükümlüdür. Eğlence ve tatil olanaklarına kadar.

Ha, bu bizim ülkemizde gerçekten uygulanan bir sistem mi, orası tartışılır. Devlet özel okulların önünü açan yasa tasarılarıyla eğitim yükünü sırtından atmaya çalışıyor, ssk gibi kurumların hali zaten ortada. Her kuşu siktik bir leylek kaldı misali; sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerin tümünü hallettik, bir tatil ve eğlence kaldı sanki.

Sosyal devlet denen olay, kapitalizm'in vahşiliğinden ve sosyalizm'in çekilememesinden ötürü, bir orta yol tutturalım denilerek oluşturulmuştur. Ne sosyalizmle birdir, ne de kapitalizmle. Ama ikisinden de parçalar içerir. Sosyalizmden eşitliği, kapitalizmden özgürlüğü almıştır denilebilir. "ne gibi?" diyorsanız, şu gibi..

Sosyalizm der ki, üretim araçları devletin elinde olacak. Nedir bunlar, fabrikalardan tutun da en ufak üretim olayına kadar. Yani bir insan, şahsi mülk olarak fabrika sahibi olamayacak. Kazanç, verilen emekle orantılı olarak eşit paylaştırılacak. Ne kadar emeğin ve ne kadar yeteneğin varsa, o kadar kazanç sağlayacaksın. Buraya kadar her şey güzel. Emek ve özgürlüğü savunan bu sistemi, kapitalistler çıkıp şöyle eleştiriyor: "bu sistem insanları köleleştiriyor, bunun neresi özgürlük!"

Bu doğru veya yanlıştır, bu konuda yorum yapmayacağım. Fakat eleştirdikleri nokta en basit haliyle bu. Bir de kapitalistleri dinleyelim şimdi.

Kapitalizm diyor ki, piyasa serbest, altta kalanın canı çıksın! Herkes fabrikalar kurmakta, kendi işini kurmakta özgür. Hatta öyle özgür ki, piyasadaki rakiplerini piyasadan silebilecek kadar özgür. Kapitalizm öyle bir şey ki, adeta insanların birbirini yok ederek yaşama savaşı vermesi gibi. Eğer rakibin varsa ve senin kazancını engelliyorsa, ya onu yok edeceksin ya o seni yok edecek. Bu piyasa ikinize dar gelir! Dolayısıyla sosyalistler çıkıp kapitalizmi eleştiriyor: "kapitalizmde özgürlük var ama, eşitlik yok!"

Bu da doğru veya yanlıştır, bu konuda da yorum yapmayacağım. Demin de dediğim gibi, en basit haliyle eleştirilen nokta bu.

Eh, hal böyleyken, yani iki taraf da birbirini eleştirip dururken "sosyal devlet" anlayışı doğuverdi. İkisinin ortasında yer alan, birinden özgürlüğü, diğerinden eşitliği alan bir anlayış olarak kayıtlara geçti.

Sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasının temel sebebi pure kapitalist bir sistemin uzun vadede ayakta kalamayacağının anlaşılmış olmasıyla ilgilidir. Altta kalanın canı çıksın anlayışı, o altta kalanların gün gelip sistemin altını üstüne getirme potansiyeli hesaba katıldığı için pek mantıklı görünmüyor. Saf kapitalist bir sistem toplumdaki gelir dağılımını bir piramide çevirir. Yani en az gelire sahip sınıf en geniş kitleyi oluşturur. Bu kitlenin kalabalık olması sistemin işleyişini çökerteceğinden kapitalizm buna bir çare geliştirmiştir; sosyal devlet.

Sosyal devlet sayesinde kapitalist sistem en alttaki kesimi destekleyerek piramidi bir soğana çevirir. Böylece orta gelir düzeyindeki kesim daha kalabalık, en az gelire sahip kitle ise mümkün olduğunca azaltılmış olur. Böylece kapitalist sistem toplumdaki hoşnutsuzluğu büyük ölçüde gidermiş olur. Sistemin işleyişini tehdit edecek potansiyeli emer.

Bu durumda sosyal devlet esasen herhangi bir şekilde sosyalizme maledilecek bir olgu değildir. Bütünüyle kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi, daha sağlıklı işleyebilmesi için geliştirilmiş bir formüldür. Her şeyiyle kapitalizmin ürünüdür ve ona hizmet eder..

Hukuk Devleti

Hukuk devleti

Vatanda$larin hukuki guvence icinde olduklari, devletin eylem ve i$lemlerinin de hukuk kurallarina bagli oldugu sistem . Bu devlet sisteminde yurutme hukuka bagliligidir ve yurutme i$lemleri de yargi denetimindedir .

Turkiye cumhuriyeti devleti butun dunyada bilindigi uzere mukemmel bir hukuk devletidir .

Her ne kadar kanun devleti ile hukuk devleti aynı başlığa yönlendirilmiş olsa da iki kavram arasında tam bir anlam paralelliği bulunmamaktadır

(bkz: kanun) "belirtilen usul ve bicimde kabul edilerek yururluge konan yazili hukuk kurali" olarak tanımlanmaktadır, yani hukuk kavramınca şekillendirilen ortaya konan bir olgudur, kanun devleti bu manada hukuki süreç işleyip ortaya konan ve eksiği gediği de bulunabilen kanunların şekillendirdiği ve öncelik kazandığı bir bakıma kanuncu bir devlet yönetim anlayışını akla getiriyor

Hukuk devleti ise daha organik, değişken, uyarlanabilen bu yüzden de evrensel manada bir süreklilik ifade eden hak merkezli ve kanundan çok kişiyi öne çıkaran bir yönetim biçimini akla getiriyor

Yasama, yurutme ve yarginin birbirinden bagimsiz oldugu devlet turudur.

Kuvvetler ayriligi,idarenin denetimi,anayasal yargi,yargi bagimsizligi,kanuni hakim guvencesi,temel hak ve hurriyetlerin varligi ve korunmasi,kanuni idare,esitlik,idarenin mali sorumlulugu gibi temel diger kavramlarin ancak bir butun ve birarada gorulmesiyle olusabilcek devlet turudur.

Hukuk devleti,yetkiyi elinde bulunduran siyasi otoritenin yani devletin koydugu yasalara kendisinin de uymasini,kendini hukukla baglamasini ifade eder...evrensel hukuk devleti ilkeleri bakimindan ele aldigimizda türkiye cumhuriyeti devletinin hukuk devleti oldugunu iddia etmenin olanaksiz oldugu rahatca görülebilir...evet görünürde bir anayasa vardir ve bu anayasa kagit üzerinde uygulanmaktadir.ancak 1980 darbesini yapan zihniyet anayasada temel hak ve özgürlükleri düzenlerken devlet ve bireyi rakip olarak görmüs verdigi her özgürlüge karsilik bireye bir ödev yüklemis hatta bazi durumlarda bir maddelik bir hak icin on maddelik kisitlama kosullari getirmistir...

Ayrica hukuk devletinin dogal bir geregi olarak kuvvetler ayriligi ilkesinin tam anlamiyla uygulanabilmesi gerekir...bu acidan baktigimizda tc anayasasi yine karsimiza özgürlükleri zedeleyici bir tutumla cikmistir.hakimler ve savcilar yüksek kurulunun basina adalet bakanini getirmekle yargiyi yürütmeye bagimli bir hale getirmis adalet bakanligi müstesarini bu kurulun dogal bir üyesi yaparak hakimler ve savcilar yüksek kurulunu adeta adalet bakanlinin bir kuklası haline getirmiştir.bu sartlarda bagimsiz ve güvenilebilir bir yarginin varligindan söz edebilmek abesle istigaldir.

Sonuc olarak su anda yürürlükte olan anayasayla, türkiye en iyimser tahminle sinirli bir hukuk devletidir.

Birey ve devlet, birey ve birey iliskisi genel hukuk ilkelerinin temel alınarak duzenlenir, bu kurallarin alternatifi yoktur*

Yasa devleti olmak hukuk devleti olmak anlamına gelmez. Zira evrensel hukuk ilkelerine aykırı yasa yapılabilmektedir.

Hukuk devleti üzerinde düşünmek insanlık tarihinde göre görece daha yeni olan bu kavramın tanımlanmasını içermektedir. Tanıma girmeden de belirtmek gerekir ki, bu kavram burjuva siyasal mücadelesi sonucu bu sınıfın öncelikleri ekseninde ortaya çıkmıştır. Bu anlamda liberal demokrasinin vazgeçemeyeceği temel öğelerden bir tanesidir. Zira bugünde liberal siyasal söylemde kendine oldukça geniş bir ifade alanı bulmuştur. Öyle ki bugün politikacıların bu kavramı kullanmadan herhangi eylem içersine girmeleri nadir rastlanan bir durumdur. Ancak idealize yönün yanı sıra ideolojik bir arka planında bulunduğunu bu noktada belirtmek yerinde olacaktır. Hukuk devleti ilk olarak 18. Yüzyılın sonu ile 19. Yüzyılın başında alman liberalizminin temsilcileri pladicus, müller, von arentin ve von mohl tarafından kullanılmıştır. İlk kez almanya’da ortaya çıkan bu kavram “rechtstaat” kavramını karşılamaktadır. Bu biçimsel duruş bir tarafa belirli bir tarihten sonra bu kavramın üzerinde oydaşmanın (bir batı demokrasisi kavramı) olarak oluştuğunu söylemek gerekmektedir. İçeriksel olarak hukuk devletinin ne ifade ettiği ise daha önemli bir tartışma öğesidir. Bu kavramla birlikte akla ilk olarak devlet iktidarının sınırlandırması gelmektedir. Yukarda dile getirildiği üzere hukuk devleti ile liberalizmin gelişimi bir koşutluk içermektedir. Bu anlamda devletin elinde bulunan soyut gücün alınıp kudretinin azaltılması liberal değerler adına son derece önem taşımaktadır. Bunun açıklanması ise kısaca kişilerin ve bireylerin değil yasaların üstünlüğü şeklindedir. Bu anlamda massachusttes antlaşmasında geçen “government of laws and not of men” formülasyonu anayasal anlamda hukuk devleti’nin ilk kez kullanıldığı yerdir. İktidarın sınırlandırılması kavramı gerçekten de hukuk devletinin en önemli damarlarından biri olmakla birlikte tarihi çok eskilere götürülebilir. Örneğin antiphon ve perikles siyaset yazmalarında devletin (ve yöneticilerin) bütün kudreti ellerinde bulundurmalarının sakıncalarından bahsederler. Kişisel gelişimin önüne devlet geçemez ve aksi polisin başına dertler açar. Burada verilen örneğe benzer yaklaşımlar daha sonra roma’da, hıristiyan siyasal düşüncesinde ve bazı aydınlanma düşünürlerinde bulmak mümkündür. Ancak burada değinilmesi gereken bir noktada buradan hareketle hukuk devleti fikrinin tarihin de eski olduğu yönündeki iddialardır. Bu fikri tamamıyla benimsemek mümkün değildir. Çünkü hukuk devleti kavramı bir çok farklı etkenin birleşmesi ile anlam bütünlüğü kazanmaktadır. Örneğin yargı ile ilgili birtakım kurallar (bağımsızlık, adil yargılanma vs.) Olmadan hukuk devletinin varlığından söz etmek eksiklik olacaktır. Bu anlamda hukuk devletinin geç ortaya çıktığı yolundaki düşünce daha akla yakın gelmektedir.

Tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet.

Bati dusununde ilk defa 17.yy'da john locke tarafindan son derece kapsamli bir sekilde uzerinde durulan konsept. Locke; ozgurluk, mulkiyet ve yasama haklarini temel haklar olarak tanimladiktan sonra devletin zor kullanma gucunun bu haklari zedeleyebilecegini vurgular ve devletin erkinin bu sebeple yasalarla sinirlanmasi gerektigini anlatir. Bu sinirlama kaynagini halktan alan bir anayasa ile belirlenecektir . Dolayisi ile devlet hem halkin iradesi ile hem de bu iradeden dogan yasalar ile bagli olacaktir. Amac devletin kendi iradesi ile yaptigi kanunlara uymasi degil, halkin iradesinden temsilciler araciligi ile dogmus kanunlara uymasidir. Halkin iradesi ve hukuk devleti ayrilmaz bir ikili olmalidir. Dikkat ederseniz, anayasal hak(constitutional right), irade(consent), anayasacilik(constitutionalism) kavramlari da locke ile beraber modern bati dusununde ortaya cikmis ve vurgulanmis oluyor. Zaten locke 17.yy'da carolina'nin anayasasini yazarken bu hukuk devleti kavramini da ilk defa dokumantize etmistir. Ama tarihte 'hukuk devleti' kavraminin ilk defa gunumuzdeki butunsel sekli ile anlasilacagi dokuman insan haklari evrensel bildirisi ve abd anayasasi'dir ki bunlari olusturan kisiler locke'dan cok etkilenmislerdir. Daha sonra 'hukuk devleti' kavrami kita degistirecek ve 18. Yy sonunda fransa'da etat de droit, 19. Yy'da ise almanya'da rechtstaat isimleri altinda uygulanmaya baslanacaktir.

Genel Kamu Hukuku Ders Notlari

Devletin tanımlanabilmesi için konunun iki açıdan ele alınması gerekir.
<!--[if !supportLists]-->1- <!--[endif]-->iç hukuku
<!--[if !supportLists]-->2- <!--[endif]-->Devletler arası Hukuk
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
İş hukuk açısından devleti tanımlamak için anayasaya bakmak gerekir. Bunun yanında iç yapısı itibariyle devleti somut olarak incelemek için
<!--[if !supportLists]-->· <!--[endif]-->devletin yurttaşla olan ilişkisi
<!--[if !supportLists]-->· <!--[endif]-->hukuku sosyolojisi ( Hukuk sosyal bir olgudur)
<!--[if !supportLists]-->· <!--[endif]-->tarih vb. kavramlar yardımcı olur.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Daha önemlisi devletin dıştan görünüşüdür. Yani diğer devletlerle olan ilişkileri bakımından devlet olma niteliği taşıyıp taşımadığıdır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Örneğin Kıbrıs henüz tüm devletler tarafından tanınmamaktadır. Her ne kadar tanıma bir devletin var olması için zorunlu bir şart olmasa da hukuki gerçeklik her zaman doğruyu göstermez. Kıbrıs tanınmadığı için devletler hukukunda, uluslar arası hukukta yer edinememiştir. Yani burada hukuki gerçeklik doğruyu söylemekte , Denktaş’ın Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olduğuna ilişkin açıklamaları kimilerine alay gibi gelmektedir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devletler hukuku alanında ise devletin tanımlanması için belli kurallar yoktur. Tamamen pratikten gelen bu anlayışa göre eğer bir devlet diğer devletlerle ekonomik, sosyal, siyasi ilişkilere girebiliyorsa , uluslar arası örgüt ve antlaşmalara katılabiliyorsa o devletin varlığından söz edilebilmektedir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Yine de devletin tanımlanması için bazı ilke ve kriterler getirilmelidir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devlet Nedir ?
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devlet Arapça kökenli bir kavramdır ve hükmetme bir arada yaşama gibi tam belli olmayan çeşitli anlamları vardır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Neden Arapça dan almışız ? Kendi dilimizde bu anlama gelen bir sözcük yok mu ?
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
İngilizce’de àThe State
Almanca’da àDer Staad
İtalyanca da De Stade à
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bunların tümü “ La State” kökünden gelir. İlk defa 15. yy da kullanılmaya başlanmıştır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Türkçe de è Budun ( Ulus )
İl = El ( İdari Bölüm )
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bunlar devlet sözcüğünü tam olarak karşılayamamaktadır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Statü sözcüğü il defa Machiavelli tarafından kullanılmıştır. Machiavelli bunun statü ( bugünkü anlamında ) anlamında kullanıyordu. Buradan devlet kuramına gelindi. Devlet denildiğinde akla ilk toplum gelir. Toplum da çeşitli statülerdeki insan gruplarından oluşur. Machiavelli’ye göre amaç bu statüler arasındaki “barışı” sağlamaktır. Bu statü farklılıkları doğaldır. Önemli olan bunlar arasındaki barışı sağlamaktır. Bunun için de hükümdarlara ihtiyaç vardır. Machiavelli buradan hareketle “statue” diyerek prensi kastetmektedir. Buradan da devlet kavramına geçilmiştir.
Devlet kavramı Avrupa da 15 yy Arapça da 16 Yy da ortaya çıkan çok yeni bir kavramdır. Oysa devletler çok daha önce kurulmuşlardır. Yani devletler hep vardı ama toplum içinde tek güç olan ortak kabul etmeyen devlet anlayışının ortaya çıkması çok yenidir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Örneğin Feodalitede her senyör kendi devletinin sahibiydi ama aynı kültürden bir toplumu tek başına toplayamıyordu.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bugünkü modern devletin en belirgin özelliği toplum içinde tek gücü temsil etmesidir. Bu vasıf 15. ve 16.yy dan sonra ortaya çıkmaya başlamış ki Machiavelli ‘nin bunda büyük payı olmuştur. Statüler arası barışı sağlamak için prens gücüne ihtiyaç vardır. Bu da devlettir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Türkçe de devlet toplumu düzenleyen anlamına gelir. Bu gücün iç hukukta somutlaştırılması da kolayken uluslar arası hukukta daha zordur. Devletin en belirgin niteliği olan toplumda kurulan güç us hukukta devlet niteliği kazanılabilmesi için yeterli gelmemektedir. Burada devletler hukukunun önemi ortaya çıkmaktadır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devlet kavramı geçmişten günümüze çok değişiklikler geçirmiş farklı devlet şekilleri ortaya çıkmıştır. Bugün hala bu değişim devam etmektedir. Örneğin Avrupa Birliği .
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devlet bir olgudur. Bu olguyu tanımlayabilmek için bazı karakteristikleri ortaya koymak gerekir. Ancak devlet geçmişten bu güne öyle farklı özellikler kazanmıştır ki :
Örneğin : “Devletin Amacı” birinci özelliktir denmiş bir dönem. Ama devletlerin amaçları birbirinden farklı olabilmektedir. Oysa bir özellikten bahsedebilmek için bütün devletlerde aynı olmadı gerekmektedir. Devletin amacı önemlidir ama devleti tanımlayabilmek için tek başına yeterli olmaz.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Hans Kelsen hukukun sadece normlardan ibaret olduğun sosyal gerçekliğin önemli olmadığı görüşünü devlete de yansıtmıştır. Ona göre devletin özelliği hiyerarşik bir normlar yığını olmasıdır. Bu görüş de güzel ama tek başına yeterli olamaz. Bu görüş genişletilebilir belki : Normu kim koyar ? Kimler için koyar ? Nerede uygulanır ? Bu soruların cevabı devlettir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bu teori Jelinek ‘in teorisi ile çakışmaktadır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bir başka görüş de devleti sosyolojik olarak yaşayan bir varlık saymaktadır. Bir arada yaşayan toplumlar her zaman devlet olamadığından bu görüş de yetersiz kalmaktadır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
19 yy sonunda Jelinek 3 öğe kavramını ortaya atmıştır.
Her devletin mutlaka:
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->insan topluluğu
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->toprak parçası
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->devlet gücü vardır. Bu 3 öğe dışında başka öğe yoktur.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bu teorinin insan topluluğu ve toprak parçası açısından son derece sağlam ve somut olduğu görülür. Asıl problem devletin gücündedir. Bu gücün de her devlette olan bazı özellikleri vardır. Örneğin tek güç olması, hukuk yapması gibi. Jelinek devlet gücünün de somut olduğunu ancak farklı şekillerde ortaya çıkabildiğini ama bunlarla ilgilenmediğini söylemektedir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
İnsan Topluluğu Öğesi :
İnsan topluluğunun bir devlerin varolması için mutlaka olması gerekir. Ancak bunun beraber bu insan topluluğunun ister kendiliğinden olsun ister zorla empoze edilsin birlikte yapama duygusuna sahip olması gerekir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bir devletin insan topluluğunun içine o devletin vatandaşı olmayanlar girmez çünkü devlet ile insan topluluğu arasında bir bağ olması gerekir. Bu bağa vatandaşlık bağı adı verilir. Vatandaşlık bağının kurulması Jelinek ‘e göre devletlere kalmıştır.
<!--[if !supportLists]-->1- <!--[endif]-->İstek olmalı
<!--[if !supportLists]-->2- <!--[endif]-->Kan / Toprak vb. bir esas kabul edilmelidir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
İnsan Topluluğunun homojen olması gerekir mi ?
Jelinek e göre bu da önemsizdir. Vatandaşlık bağı kurulduysa kişi o devletin öğesidir. Bu insanların dil, kültür vb ortak özellikleri olması doğaldır ama şart da değildir. Ayrıca Jelinek vatandaşlığını eşitlik esasına dayandırmayanlara devlet dememektedir. Jelinek’e göre modern devlette devlet vatandaşını köleleştirmez.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devletler Hukuku açışından bir insan topluluğunun o devletin halkı olup olmadığı nasıl belirlenir ?
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Örneğin Alman Anayasası Alman devleti dışında yaşayan Almanları da vatandaşı sayıyor. Bu tip sorunlar çıkabiliyor. Yani insan öğesinin Devletler Hukuku açısından tanınması da önemlidir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
İnsan öğesi 19. yy da “halk” dan “ulus” a gitti .
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Milletleşme : Aynı topraklar üzerinde aynı kültürden insanların oluşturduğu bir birlik kastedilir. Manevi bir kavramdır. İçine dil, din, ırk ve benzeri farklı kavramlara soktukça da farklılaşmaktadır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ulus denilen topluluk 19ncu yüzyılın buluşudur. Aslında 19. yy dan önce de vardı ama bu kavramın sosyolojik analizi 19 yy da yapılmıştır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Örneğin Ortaçağda ulus kavramı yoktu. Belli yerlerde yaşayan insanlar vardı.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Eroman ulus kavramı için bazı ortak özellikler aramıştır. Ona göre ulus devletin insan öğesini oluşturur.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ulus olmanın bazı ölçütleri vardır:
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->aynı soydan gelme
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->Dil birliği ( ama aynı ulustan olup da farklı diller konuşanlar da var – İsviçre gibi - )
<!--[if !supportLists]-->- <!--[endif]-->Din vb.
Olabilir ama yeterli değildir . yani aslında hepsi olabilir ama abartılmamalıdır. Asıl aranması gereken o toplumda yaşayanların birlikte yaşamak istedikleri ve ortak kültürden gelmeleridir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ulus insan topluluğunun ölçüsü kabul edilirse başka bazı sorunlar da ortaya çıkabilir. Her devletin insan topluluğunun içinde farklı özelliklere sahip gruplar vardır bunlara “azınlık” denir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bazı devletler ulus kavramını ödün vermeksizin uygularlar. Örneğin Fransa
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ulus – devlet anlayışının doğduğu 19 yy da ise az da olsa bir etnik bütünlük aranıyordu. Örneğin Londra da zenci polis göremezdiniz. Artık bunlar değişti.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ulus anlayışı değişse de ulus devlet kavramı halen devam etmektedir. Örneğin bir zenci, bir Cezayirli ben Fransız’ım diyebiliyor artık.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bazı devletlerin insan öğesinin temel vasfı ulus olmasıdır. Ama bu din dil vb değil daha geniş bir kültür birliğine dayanır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
2 ) ÜLKE ÖĞESİ
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devletin vazgeçilmez öğelerindendir. Devletin insanlarının yaşayabileceği ülkenin belli olması gerekir. İnsanlar devlete bir bağ ile bağlanırlar. Bu bağ vatandır. İnsanla devlet arasındaki ilişki ancak vatanla kurulabilir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Ülke ayrıca :
Yabancıların hukuki statülerinin belirlenmesinde de ekonomik açıdan da önemlidir. Bir devletin insan haklarına bağlı olup olmadığı ancak ülkede gösterilir. 20 yy ın ortasına kadar bir devletin ülke üzerindeki etkisi tartışılamazdı. Mutlak olarak kabul görürdü. Şimdi devletler hukuku geliştiği için buna bir takım sınırlamalar getirildi. Örneğin bazı sözleşmeler ile bir devlet diğeri üzerinde tasarrufta bulunabilmektedir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devletin ülkesi üzerindeki yetkisi nereden gelmektedir?
Bu konuda bazı kuramlar var:
1- Kişisel mülkiyet kuramı : Monarşik rejimlere uygun bir kuramdır. Devletin sahibi kral olduğundan devletin ülkesi üzerindeki her türlü yetki de krala aitti. Ancak bu kuramda asıl sorun kişilerin mülkiyet haklarının açıklanmasıdır. Örneğin İslamiyette her şeyin gerçek sahibi Allah’tır ama kulların bu hakkı fiilen kullanmalarına izin verilir.
Batıda her şeyin sahibi kraldır. O halde halk nasıl mülkiyet edinebiliyor ? Bu sorunun cevabı aranırken “en üst mülkiyet “ kavramı ortaya çıkmıştır. Kral “rakabe” denilen çıplak mülkiyetin sahibidir. Bunun dışında kişiler kralın topraklarından yararlanabilirler. Bu yararlanma hakkı tasarrufu da içerir. Kişiler bir anlamda kralın topraklarının bütünleyici parçalarıdır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
2- Mekan Kuramı : İnsanların yaşayabilmek için mekana ihtiyaçları vardır ve bu mekanda oturma , mülkiyet kurma hakkına sahip olunmalıdır. Kralın tebaası için gerekli mekan dolayısyla devletin ülkesi üzerinde sınırsız yetkisi vardır .
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
3- Bugün bu 2 kuram da kullanılmamaktadır. Bugün artık devlet başkanının ülkeye sahip olması düşünülemez. Bütün yurttaşlar eşittir. Bu eşitlik mülkiyet açısında da geçerlidir. Devletin ülkesi üzerindeki yetkisi ise kamu yararı kavramı ile açıklanmaktadır. A
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
ÜLKENİN SINIRLARI
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bir devletin ülkesinin sınırlarının belli olması gerekir. Eskiden devletler – komşu devletler itiraz etmedikçe – sınırlarını keyfi çizerlerdi.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Günümüzde :
<!--[if !supportLists]-->a) <!--[endif]-->Kara sınırları : Uluslar arası antlaşmalar ile belirlenmektedir. Bir devlet kurulurken sınırları da belirlenir. Genel olarak sınırların belirlenmesinde bir devletler hukuku kuralı yoktur. Bu sınırlar doğal veya yapay olabilir. Ancak bazı özel düzenlemeler vardır. Örneğin aksi kararlaştırılmadıkça 2 devletin arasındaki sınır bir nehir veya göl ise sınır en derin yerinden geçer.
<!--[if !supportLists]-->b) <!--[endif]-->Deniz sınırları : Bir devletin kara sınırı deniz ile bitiyorsa sınırlar sahile çizilmez. Sahilden itibaren belli bir metreye kadar sınırlar devam eder. Buna kara suları denir. Karasularının belirlenmesinde bazı sistemler vardır.
Eskiden ( ilk ve orta çağda ) devletler kendileri çiziyorlardı.
Günümüzde antlaşmalarla tespit ediliyor.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Devlerin kıta sahanlığından yararlanma konusu tartışma yaratıyor. Yapılan pek çok konferans var. Sonuçta sadece kara sularının ötesindeki belli bir mesafeden de devletlerin halin icabına göre yararlanabilmeleri konusunda anlaşılmıştır.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Örneğin Norveç , itiraz eden komşusu da yok ve dilediği gibi faydalanıyor.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
Bir devletin karasularında işlenen suçta o devlet yetkilidir.
Kıta sahanlığında işlenen suçlarda devlet yararlanıyorsa da failin tabiiyetinin bulunduğu ülke yetkilidir.
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->
<!--[if !supportLists]-->c) <!--[endif]-->Hava sınırları : Kara sınırlarının üzerinde bulunan en alışılmış teamüllere göre 10.000 Km yüksekliğe kadar olan hava sahası o devlerin sınırlarına dahildir ve devlerin istediği gibi tasarruf hakkı vardır. Örneğin istediğini geçirir istemediğini geçirmez. ( Hukuken bu bazı sözleşme ve gerçekliklerle sınırlı bir keyfiyettir. )
<!--[if !supportEmptyParas]--> <!--[endif]-->